“Nereden geliyor bu semavi sözler?”
“İlk Kitap’tan. Orada sözlerin sonsuz hazinesi var.”
“İlk Kitap nerededir?”
“Göklerde.”
“Neye benzer?”
“Kâğıttan ve sayfalardan oluşmayan, nurdan bir kitap.”
“İlk Kitap’ın adı ne?”
“Ana… Ana Kitap. Çünkü o, tarih boyunca hakikatleri yazan bütün kitapların özünü rahminde büyütmüş. Mutlak hakikat odur. Doğru ve yanlış sözler onunla bağdaştırılır.”
“Yazarı kim?”
“Kalem.”
“Ana Kitap hangi dilde yazılmış?”
“Dili olmayan, kelimelere, cümlelere bölünmeyen, harfleri ve noktaları bulunmayan bir bütündür.”
“Semavi sözlerin indiği ilk yer?”
“Kalp. Orada cilalanır, anlamlanırlar.”
“Nerede harflere kavuşur?”
“Düşüncede. Herkes farklı kalıba sokar.”
“Bu nasıl oluyor? Biraz daha açıkla.”
“Su damlaları önce bulut olur, sonra yağmur. Rengârenk bitkilerin başlangıcı kara topraktır. Toprağın içinde bir çiçeği diğerinden ayırabilir misin?”
“İlk Kitap’ı okuyabilen var mı?”
“Sadece pak olanlar.”
“İlk kim okumuş?”
“İlk İnsan.”
“Semavi sözler neden harflerden kıyafet giyinip yere indiler?”
“Herkes okuyup anlasın diye.”
“Semavi kitabın ne kadarını anlıyorlar?”
“Harflerden oluşan kitaptan anladıkları kadar.”
“İlk Kitap’ta ne yazılı?”
“Varlık.”
“Gökleri tanımla bana!”
“Arınmışlık yurdu. Nur kokulu, kerametle dolu. Dünyadan uzanan pis ellerin dokunamayacağı kutsal âlem. Zaman ve mekân sınırlamasından uzak, sabit ve değişmez. Semavi sözler gibi evrende bulunan her güzellik, yıldızlar, doğa, canlılar, deniz bilhassa oradan gelmekte. Semavi sözler bu yüzden değerini kaybetmez, değişim geçirmez, kalpler onlarla huzur bulur.”
“İlginç.”
“Öyle bir âlemin var olması mı?”
“Zalimce sözlerin var olması. Nurdan nasıl yaranabilmişler?”
“Zulmet göklerden inmez, yerden doğar.”
“Onu kim doğurur?”
“Semavi sözler.”
“Kafam iyice karıştı.”
“Dikenli, zehirli bitkiler saf yağmur suyuyla yeşermez mi? Yağmur suyunun üzerindeki köpük neydendir, düz ağacın eğri gölgesi neredendir?”
“Semavi sözler kalplerde neden az oluşur?”
“Göklerden o kadar indirilirler.”
“Hazine sahibi cimri mi?”
“Sözleri kabul edebilen arınmış kalpler az, olanların çoğu da sertleşmiş.”
“Derler ki semavi söz söyleyebilmek, etkili yazmak için kalbi yaralamak gerekirmiş.”
“Ne ile?”
“Aşk acısı, ihanet ile.”
“Elleri titreyen avcı avını vurabilir mi? Güzellik kusurdan doğar mı, zulmet nur saçar mı?”
“Hasret, ayrılık, üzüntü, aşk, korku, dert… kalbi uyandırıp zarifleştirmez mi?”
“Sonsuzluğa ulaşmanın hasreti sınırlı olana değil; haktan ayrılmanın üzüntüsü yardan değil; kusursuzluktan kaybettiğinin kederi zahirin güzelliğinden değil; ilahın vuslat acısı ilahenin değil; fevkalbeşerin aşkı beşerin değil; ne idim, ne oldum’un, neden geldim, ne yapıyorum’un derdi ne olacağımın, ne yapacağımın değil.”
“Semavi yazmak için ne yapmalı?”
“Dört duruma dikkat etmeli: sözü aktarana, sözün biçimine, konusuna ve amacına. Bunları düzgünce çözmeyi başarabilen için göklerin kapıları açılır. Göğsünü dolduran nur çeşmeleri kaleminden yazılarına dökülür.”
“Sözü ne aktarır?”
“Kalp. Semavi hazinelerle sadece kalp irtibat kurar, iki âlemi birbiriyle birleştirir.”
“Niye özellikle kalp?”
“Çünkü semavi âlemden insana verilen tek armağan kalptir. Orayı onun dışında kimseler bilmez. Kalp her zaman vatanına dönebilme arzusuyla çırpınır, ağlayıp sızlar. Kavuşacağı günün hasretiyle yanıp tutuşur.”
“Ya akıl?”
“Ana Kitap’ın hakikati mantığı aşar. Çünkü akıl sadece harfleri okuyup kelimeleri duyup manaya yol bulur. Manayı araçsız anlaması imkansızdır. Kalp ise onu araçsız, olduğu gibi okur.”
“Neden uçmaya kalkışmaz?”
“Zincirleri engel olur.”
“Kim zincire vurmuş?”
“Kalbin etrafında dolaşan ucubeler. Onlar olmasaydı göğün hazineleri kolayca kalbe dolardı.”
“Onlar ne yaparlar ki?”
“Vatanından gelen çağrıları duymaması için bağırır, gürültü yaparlar, melekleri görmemesi için tozu dumana katarlar. Kalp şaşırır, başını kaldırıp vatanına bakamaz.”
“Vatanına kavuşması için ne yapabiliriz? Kalbi nasıl kurtarabiliriz, yükünü nasıl hafifletebiliriz? Semavi konuşup semavi yazabilmesi için ne yapabiliriz?”
“İki şart var: Öncelikle şunu anlamalısın ki kalbi özgür bıramanın yolu cismi hapsetmekten geçer. Birinin özgürlüğü için diğerini kurban etmelisin. Ve çoğunluğun seçimi cismin özgürlüğünden yana olur.”
“Cismi nasıl hapsetmeli?”
“Her istediğine boyun eğmeyerek, bir de hakkı uygulayarak.”
“Başka yolu yok mu?”
“Kalp sadece yaşadığını yazar. Sözün kalbe inmesi için amel gerekir. Arkasında hayat olmalı. Sözün tohumu kalbe dikilmeli, alın teri, gözyaşıyla sulanmalı, uykusuz geceler harcanarak korunmalı, ayazda, soğukta nefesinle ısınmalı, yakarışlarla beslenmeli, ürününü toplarken ellerin nasır tutmalı. Ruhunla güneşlenmeli, düşüncenle beslenmeli, tasavvurunla nefes almalıdır. Aç kalıp onu büyütmeli, kendini korkulara siper ederek onu korumalısın.”
“Sonra?”
“Sonra sen hakkı uyguladıkça kalbin de kalem ucu gibi incelir. Inceldikçe de daha latif yazar, en zarif çizgileri çizer, nokta gibi hiçbir ölçüsü olmayan zerreleri işaretler. Bazı sözlerin ürün vermesi için yıllar gerekir, bazen de yüzyıllar.”
“Ama yüzyıl insan ömründen fazla.”
“İnsan ömrü ona kıyasla ne kadar da az mı diyorsun? Bir kalbe sözün tohumunu serpersin, bir sonraki kalpte yeşerir, diğerinde çiçek açar, meyvesi ise başka birinde olgunlaşır. O sırada üzerinde yüzyılların tozu ile birlikte, yüzlerce âlimin mürekkebi, şehitlerin kanı, salihlerin alın teri, uykusuzluktan kızarmış gözlerin izi olan, güzelliği ile herkesi hayran bırakan, kokusu arşa ulaşan bir çiçek açar. Seyretmek için etrafında toplanırlar. “Boşuna değilmiş, değermiş,” derler.”
“Çiftçi koparamayacağı çiçek için neden bunca zahmete katlansın ki?”
“Arzu, ümit… olmasa hiçbir bahçıvan fidan dikmez. Bahçıvan ne zaman göç edeceğini bilmez… diktiği fidanın ne zaman çiçek açacağını da. Bir gün kendisinin koparacağı ümidiyle diker.”
“İkinci şart nedir?”
“Yere iner inmez üzerinde kök salmış yabani tohumlardan kalbini arındırmalısın: kin, öfke, riya, körü körüne bağlanmak, tamah, hakkı inkâr, bunlar kalbin gücünü emerek onu öldürür.”
“Kalpten yazmayanlar da var ama.”
“Bu durum başkasını taklit etmektir, aktarmadır, seninki değil. Yapaydır, doğal değil. Eritilmiş altının yüzeyinde oluşan köpük gibidir, altın külçeyi alırlar, tortuyu değil. Kanıp alan da bir süre sonra tortuyu iade eder, altın külçeyi değil. İnsanlar er geç altın külçenin kalplerine merhem olduğunu anlarlar, köpüğünün değil.”
“Kalp ne zaman ölür?”
“Semavi hakikat taşıyan her şey ölümsüzdür, çünkü o sonsuz hayat kaynağından gelir.”
“Ya vefat?”
“Vefat kalbin ayrılması, geldiği yere, vatanına dönmesidir.”
“O zaman bütün kalplerin vatanı aynı mı?”
“Semavi kalplerin, evet…”
“Sesin giderek duyulmaz oldu, nereye gittin?”
“Ben gitmedim, sen iniyorsun, uzaklaşıyorsun.”
“Diğer üç durum kaldı ama.”
“Onlar yere aitler, cevabını da yerde ara.”
***
Bu yazıyı göklerde yazmaktayım. Yerden on bin metre yüksekte. Gökle yer arasında. Şimdi ise yere inme zamanı.
Dubai- Entebbe, 30 Ocak 2019